Yeni blogum yukarıda vermiş olduğum adrestir. Hepinizi beklerim.
Beyza.
Beyza.
Yeni blogum yukarıda vermiş olduğum adrestir. Hepinizi beklerim.
Beyza.
0 Comments
Bu son yazım çok sevgili okurlarıma.
En başta tüm acemiliğime rağmen, okumayı asla ihmal etmeyen bütün arkadaşlarıma, benimle aynı heyecanı paylaştıkları için teşekkür ederim. Şimdi bir dönemin daha iyisiyle kötüsüyle, sevinciyle gözyaşlarıyla, ama hep birlikte sonuna geldik. Sanırım en zevk aldığım şey bloğumun başına oturmak, kulaklıklarımı takıp, bu küçük köy hakkında yazmaya başlamaktı. Yazmak çünkü insanın en özgür hali, emin olun. Şu an umuyorum ki, size de bütün sıkıntılarınız arasında rahat bir nefes aldırmayı başarabilmişimdir. Yazdıklarımı okurken, bir nebze olsun, kafanızı o çok meşgul eden duygu düşüncelerinizden uzaklaştırabildiysem sizi, ufacık da olsa bir gülümsemenizin sebebi olabildiysem, ne mutlu bana! Ben ki, vedaları hiç mi hiç sevmem. O nedenle bu yazıma asla son demiyorum. Her güzel şeyin bir sonu olsa da, nokta sadece bir cümlenin sonudur. Belki buradan, belki başka bir yerlerden mutlaka size seslenmeye devam edeceğim. Mutlulukla kalın! Beyza. Bir söz, bir nişan, bir de kına gecesi geçti, şimdi sıra geldi düğüne. Düğün kararı en başta, camiden okunan sela ile bütün köy halkına bildirilir. Daha önceki yazılarımdan birinde bahsettiğim, “Danışık” denen düğün yemeği ile köylülere on gün önceden “Haberiniz olsun, düğüne bekliyoruz.” Şeklinde danışılır. Sinilere hazırlanan pilavla köylü ağırlanır. Demiştim ki, köyde nişan, düğün gibi seremoniler, şehirde olduğundan daha farklı gerçekleşiyor. Nasıl mı? Mesela, nişan ve düğün arasında zaman varsa ve bu araya Kurban Bayramı girerse köydeki gelenek gereği; damadın arkadaşları, kardeşleri, boynuzlu bir koçu zillerle, kurdelelerle süsler ve koçun üzerindeki sepete leblebi, şeker koyup, koçu geline götürürlermiş. Gelin de, koçu getiren damadın arkadaşlarına bahşiş verirmiş. Böylece “Geline kurban gitti.” Olurmuş. Yok, bu araya Kurban Bayramı değil de, Ramazan Bayramı girerse şayet, geline bayramlık, şeker, çikolata, kolonya götürülürmüş. Gelin de kayınvalidesine seccade ve başörtüsü, damada gömlek, terlik, kravat, pijama veya kol saati gibi hediyeler alırmış. Düğün öncesi de, aynen nişanda olduğu gibi çarşıya çıkılır, gelinlik, yiyecek gibi bütün ihtiyaçlar oğlan evi tarafından karşılanır. Hatta ve hatta “dürü” denilen, gelinin anne ve babasına alınan çamaşır da bohçalarla hediye edilirmiş. Eğer, düğün salonda yapılacaksa kına gecesinin hemen ertesi günü yapılır. Adet gereği, bütün köy halkının sabahın erken saatlerinde gelini evinden alıp, yeni evine götürmek üzere toplandığı sırada köyün çocukları silahları ateşler, davulcu amcalarımız da davullarını döver. Düğünün ertesi günü, “duvak” yapılır. Bütün köylünün hediyeleriyle birlikte geldiği duvakta, gelin odanın ortasına oturtulur. Çeyizler açılır ve odanın çevresine asılır. Yani, duvak yapmanın amacı, gelinin çeyizini görmektir. Hande ve Mehmet’ten dinlediğimiz kutlama geleneklerinin sonuna geldik. Yardımlarını eksik etmedikleri için çok teşekkür eder, hayat boyu birlikte gülmelerini dilerim… Nerede kalmıştık en son? Söz verdiğim üzere Hande ile Mehmet’in ilk sayfalarına gidecektik. Tanışıklıkları köy komşuluğuna dayanan Hande ile Mehmet evleneni bir sene kadar oluyor. Hande lise, Mehmet de Turizm’den mezun. Ne kadar şehir hayatıyla aynı görünse de kız isteme, söz, nişan, kına gecesi gibi seremoniler köyde çok daha keskin bir şekilde önemseniyor ve yerine getiriliyor. Gelin bu törenlere biraz daha yakından bakalım. İki tarafın da rızası olduğuna karar verildikten sonra, kız evine haber gönderilir ve baklavası, çiçeği alınıp kız istemek üzere yola çıkılır. Havadan sudan konuşulduktan sonra hepimizin bildiği şu meşhur cümleye gelir vakit. “Allahın emri, Peygamberin kavliyle kızınız Hande’yi, oğlumuz Mehmet’e istiyoruz.” Adettenmiş, öyle hemen olur verilmez. “Önce bir düşünelim, biz size haber veririz.” Tarzından cümlelerle kız evi kendini naza çeker. Oğlan evi de “Yeter düşündüğünüz, kaç yıldır tanışan aileleriz.” Der ve karar kızın büyüklerinden baba, amca yahut dayı tarafından açıklanır. Aile arasında gerçekleştirilen kız isteme töreni bittikten sonra, sıra gelir söz kesmeye. Kız isteme ve sözün aksine, nişan bütün köy ahalisiyle birlikte yapılır. Köylülerin dilinde “nişana kalkılmadan” önce, gelin, kayınpeder, valide ve kızın anne ablasıyla çarşıya çıkılır. Nişan masrafları oğlan ailesi tarafından karşılanır. Yemekler pişirilir, hazırlıklar tamamlanır. Erkek tarafının en yaşlısı kurdeleyi keser ve söz yüzüklerini takar. Gelelim kına gecesine… Oğlan evinin üstü kırmızı renkte pullarla işlenmiş tülle kapattığı ve içine kına koyduğu büyükçe tepsiyi, damadın arkadaşları gelin evine getirirler. Gelin odanın ortasına oturtulur, yüzü örtülür. Geline elini açması söylenir fakat adet gereği, gelin elini kayınvalidesi altın çıkarana kadar açmaz. Daha sonra avucuna yakılan kına üzerine altın konulur. Bu sırada da bahçede silahlarla, çalgılarla erkek kınası yapılır. Bir sonraki yazımda düğünü anlatmak üzere cümlemi burada noktalıyor, aşağıya kına gecesinden videolar bırakıyorum. Keyifli seyirler… Yaşlısına, gencine, kadınına, erkeğine, çocuğuna başından beri en merak ettiğim soruyu sordum. "Eğer seçme şansınız olsaydı, köyde yaşamaya mı devam ederdiniz? Yoksa bütün kalabalığına, trafiğine, yoruculuğuna rağmen şehir hayatını mı adımlardınız?" Tamamen gelişigüzel seçtiğim 65 kadın, 65 erkek ve de sokakları arşınlayan 65 çocuğa bu soruyu sordum. Sanki çocuklar dışında çoğunluk halinden memnun görünüyor. Ne dersiniz? Tekrardan merhaba sevgili okurlar, Geçen hafta köye bir küçük ziyarette daha bulundum. Daha önceden bahsettiğim Fethi Güldal ile karısı Cemile Güldal’ın evine misafirliğe gittim. Kızları Emine, Rabia, Merve ve oğulları Mehmet ile böylece tanışmış olduk. Emine kardeşlerin en büyüğü ve üç tane kızı var. Rabia, Çankaya Üniversite’sinde okuyor, Merve liseye gidiyor, Mehmet ise geçen sene köyden Hande ile evlendi. Hande ve Mehmet ile çok keyifli vakit geçirdik. Ben sordum, onlar anlattı. Kısacası, Hande ile Mehmet'i tanımak, hayatlarını kendilerinden dinlemek isterseniz okumaya devam edin. En başta, daha evlerine girmeden hemen önce bahçelerinde gördüğüm ve anlamını çözemediğim, içine çiçek ekilmiş fakat saksıyla yakından uzaktan alakası olmayan, içi oyulmuş, kocaman taşların ne olduğunu sordum onlara. Söylediklerine göre, köyde “dibek” olarak biliniyor ve değirmen taşından yapılıyor. Eskilerde, genelde köyde bir tek dibek bulunurmuş. Ve dibeğin işlevi içinde bulgur dövmekmiş. Hatta değirmen taşından yapılmış olmasının sebebi de olası darbelerden etkilenmesini engellemekmiş. Dibekte dövülen bulgur kurutulduktan sonra sıra bulguru çekmeye gelirmiş. Bunu için de el değirmeni kullanılıyormuş. Bulgur çekmek sanılanın aksine hem külfetli hem de yorucu olduğundan, bulgur imece usulü çekilirmiş. E işin zahmeti ne kadar büyük olursa, elde edilen sonuç da o kadar güzel oluyor. Böylece el yapımı, doğal bulgur elde etmiş oluyorlar. Doğal demişken, köy hayatı gerçekten de sağlıklı yaşamak için bir fırsat mıydı? Yoksa, şehire zaten bu kadar yakınken, köyün hiçbir farklılığı yok muydu? Mehmet’in dediğine göre artık köylerde dibek, en azından eskisi kadar sık kullanılmıyormuş. E, fabrikalar bu görevi köy halkı yerine üstleniyor artık, fakat tabii ki, köyde yaşamanın tahmin ettiğiniz gibi birçok getirisi var. Bulguru kendileri yapmıyorlar belki ama hala halep (patlıcan), biber, domates gibi sebze meyveleri kendileri yetiştiriyor ve bahçelerine boylu boyunca astıkları ipte kurutuyorlar. Aslında pek de zor olmayan, alınan etin tuza yatırıldığı torbaya bağlanıp bekletilmesiyle elde edilen pastırmayı da kendi yaptıkları oluyormuş. Bunun yanında, hiçbir zaman fabrika ürünü süt, yoğurt ve yumurta üretmeye ihtiyaçları olmadıklarını da vurguladılar. Neticede, bahçeleri her notadan ses çıkarabilen binbir hayvanla dolu!
Gel gelelim benim aklıma düştü, dedim “Şöyle canınız çeke çeke istediğiniz, zararlı bir şeyler hiç mi yok?” Olmaz mıydııı. Bir kağıt baklavaları varmış, - bir sonraki ziyaretimde mutlaka yapma sözü verdiler- yapması çok meşakkatli fakat tadı da muhteşemmiş. Yumurta ve sütten elde edilen hamurun gazete üzerine yayılarak yapılmasından köyde “Gazete Baklavası” olarak bilinirmiş. Hep beraber güzel bir yemek yerken, Hande ile Mehmet’in geçen sene yeni evlendiklerini öğrenince, düğünden bahsetmek istedim. Fakat düğünden önce ohoo, bunun sözü, nişanı, kına gecesi, falancası, filancası var. Sonraki yazılarımdan birinde Hande ile Mehmet’in ilk sayfalarını okuyacağız. Takipte kalmanız dileğiyle… Bazen hayat bize kötü yanlarını gösteriyor ve sevdiklerimizi çok uzaklara götürüyor. Ve biz, unutmasak da bütün gün koşturmaktan, zamanla yarışmaktan geçmişi ziyaret etmeyi erteliyoruz çoğu zaman. İşte köy hayatının en güzel getirilerinden biri de bu. Hepimize doğan Güneş, köydeki insanlar için geçip giden ve asla geri getirilemeyen dakikaları aydınlatıyor. Köy Mezarlığından Ballıkuyumcu Ben küçüklüğümden hatırlarım, bayram önceleri yapılan mezarlık ziyaretleri, anneanne-babaanne gezmeleri çok sıktı. E gelin dürüst olalım şimdi, çocukken bu gezmelerden, onlarca insanın elini öpmekten zevk aldığımı falan söylemeyeceğim. Hatta hiçbir çocuğun da bu gezmelerden –bir aylık şeker, çikolata stoğu dışında- hoşlandığını sanmıyorum. Ama fark ettim ki, bu ziyaretler insanları birbirini görmeye iten, onlara maaile birlikte olmaları için zaman yaratan birer fırsat aslında. Bu konunun nereden çıktığına gelecek olursak, köy ziyaretlerinde insanları gözlemlerken küçüklüğümden bu yana ne kadar çok şeyin değiştiğini ayrımsadım. İlginç olan ise, köyde zaman, küçüklüğümüzde durmuş sanki. Köy mezarlığına fidan dikmeye gelmiş birkaç köy sakini. Köyde insanlar, sabah erkenden kalkıyor, kocaman aileleriyle saatlerce kahvaltılarını yapıyorlardı. Çay merasimlerinin tadı tuzu, eşliğinde yapılan sohbetlerdeydi. İnsanlar mezarlık ziyaretleri için bayramları, özel günleri beklemiyorlardı. Sadece özlemiş olmaları onlar için yeterli bir sebepti. İşte tam da beni etkileyen bu sebepten ötürü, kalktım Ballıkuyumcu Mezarlığı’nı buldum ve oradaki insanlardan size birkaç ufak tavsiye getirdim. Ballıkuyumcu Mezarlığı Zübeyde Yılmaz- 57 yaşında Diyor ki Zübeyde teyze “ Ailenizin, arkadaşlarınızın değerini bilin çocuklar, hayat bakın geçiyor hemen.” Hüseyin Çetin – 67 yaşında Sabah bu kadar erken saatte mezarlıkta neden bulunduğunu sordum Hüseyin amca’ya. Gülümsedi ve “Uyandım içim daraldı kızım, kalktım dua etmeye geldim.” dedi. Uzun lafı kısası, sevdiklerimizle geçirdiğimiz vaktin kıymetini bilelim, bizi iyi hissettiren hiçbir şeyin, değerlerimizin peşini bırakmayalım. Ne demiş Sait Faik “Her şey bir insanı sevmekle başlar.” Sevmeyi, sevdiklerimize zaman ayırmayı hayat telaşesine yenik düşürmemek gerek. Bize sevgiyi, zamanın hızla akıp geçtiğini hatırlattıkları için tüm Ballıkuyumcu sakinlerine teşekkür ederim.
Merhaba cağnım okurlarım, |
YazarKitaplara, yazmaya, çalmaya, dinlemeye düşkün; sıradan hayatların değişik hikayelerine meraklı bir Bilkent öğrencisi.
|